top of page
sahmali

Mimarlık ve Mühendislik Uygulamaları – Nasıl Bir Eğitim?





Mimarlık ve Mühendislik Uygulamaları – Nasıl Bir Eğitim?

A.Erkan ŞAHMALI (Y.Mimar-ODTÜ)

GÜNARDA – Enerji ve Yapı Araştırma Danışma A.Ş.

4 Ocak 2014

(Bu Yazı TürkMMMB'nin Teknik Müşavir Dergisinde yayınlanmıştır)




Giriş

En eski mesleklerden biri olarak sunulan mimarlık, tarih içinde ilginç bir seyir izler. Çoğu kez ön yargılarımızla meslekleri farklı değerlendiririz. Türk Müşavir Mühendisler ve Mimarlar Birliği üyesi, bilgi ve deneyimlerini üniversitelerde öğrencilerle paylaşan birisi olarak mimarlık ve mühendislik mesleğinin tarih içindeki seyrini hızlı şekilde sunup ardından “geleceğimiz için nasıl bir eğitim?” sorusunu tartışacağım.

Hiçbir alanda olmadığı gibi ülkemizde sağlıklı bir eğitim politikası da yoktur. “Nasıl bir gelişim için nasıl bir eğitim?” diye sorma gereği duymadan üniversiteler açılır, öğretim üyeleri olmayan bölümlerde öğrenciler mezun edilir. Mezun edilen genç nesli nasıl bir gelecek beklemektedir? Öğrenciye profesyonel yaşamın beklediği her tür bilgi ve beceriyi verme sorumluluğunu sadece üniversitelere bırakmak ne kadar doğrudur? Deneyim sahibi profesyoneller bilgi birikimlerini yeni nesillere nasıl aktarmalıdır? Bu yazıda bu soruların tümüne yanıt bulmayabilirsiniz. Amaç okuyucuyu da düşünmeye sevk etmek. Gelişimi çok yavaş seyreden yapım endüstrisinin II. Endüstri devriminden sonra, diğer endüstrilerdeki gibi hızlı bir gelişim içine girmesi, daha çok bilgi, beceri ve deneyime gereksinim duyulması bu alandaki eğitim ihtiyacını artırdığı gibi, eğitimin şeklini de sorgulanır hale getirmiştir.


Mimar kimdir? Ne yapar? Mimarın tarihçesi?

Mimarlık (Architecture), Latince Architectura, Yunanca Arkhitekton’dan gelir (“Arkhi” “baş, usta” ve “tekton” “yapı yapan, marangoz, taşçı”). Binaların ve fiziksel yapıların planlanması, tasarlanması ve yapımı süreci ve ürünlerini tarif eder. Mimar ise, bu binaların ve fiziksel yapıların kullanıcı isteklerini göz önünde bulundurarak estetik ilkeler doğrultusunda tasarlayan, genellikle yapım sürecini de kontrol eden, denetleyen uzman kişi olarak tanımlanmaktadır.


“Mimarlık” için yukarıdaki tanımlamayı genişlettiğimizde binaları ve diğer fiziki yapıları ve tarzlarını; bina ve bina olmayan tüm fiziki yapıların tasarlanması, yapımı, tasarım ve yapım metotlarını; binaların ve fiziki çevrelerin tasarımı ve yapımı için gerekli profesyonel hizmetlere ait çizim ve denetim hizmetlerini sağlayan mimarın rolünü; kentsel tasarımdan peyzaja, yapım detayından mobilya tasarımına kadarki mimarın çalışma alanını tarif etmek için kullanılır. Çalışma alanının bu kadar geniş olması doğaldır ki çoğu kez kavramların karıştırılmasına da neden olabilir.


MÖ 1. Yüzyılda yaşamış Romalı yazar, mimar, mühendis Marcus Vitruvius Pollio, günümüze kadar gelmiş ve mimarlık alanında yazılmış ilk eser olan ve “Mimarlık Hakkında On Kitap” olarak tanınan “De Architectura”da iyi bir binanın "Utilitas, Firmitas, Venustas" olarak tanımladığı ve kullanışlılık, sağlamlık ve güzellik olarak çevirdiğimiz 3 prensibi olabildiğince karşılaması gerektiğini söyler.


İnsanoğlunun varlığı ile birlikte barınma ihtiyacı ile başlayan yapı yapma işi hep deneme-yanılma ile yürütülmüş ancak edinilen bilgilerin tekrar tekrar kullanılması ile tutucu bir şekilde yavaş yavaş gelişmiştir. Bu deneme-yanılmalarda büyük adımlar ve atılımlar bazı uygarlıkların dışında yakın çağlara kadar pek atılamamış.


Antik Mısır, Antik Yunan ve Antik Roma dönemlerinde, uygarlıkların ve zenginliklerin bir yansıması olarak bugün bile hayranlıkla izlememize neden olan yapı alanındaki gelişmeler, Batı Roma İmparatorluğunun çöküşü ile bir duraklama, hatta 9. Yüzyıla kadar neredeyse bir gerileme dönemi yaşamıştır. Bina yapma çalışmaları, 11.yüzyıldan sonra “Romanesque” (Roma Tarzı) dönemde eskiyi keşfederek yeni bir atılım dönemine girmiştir.


15. yüzyıla kadar yapımcılar binaların aynı zamanda tasarımcıları olarak çalışmaktaydı. Tasarımcısı ve yapımcısının ayrıldığı ilk yapı İtalya’nın Floransa kentindeki “Cathedral of Florance”dır. İlk yapımcı mimarı Arnolfo di Cambio’dur ve katedral taş ustasıdır. Floransa şehri, önce Gotik tarzda inşa edilmeye başlanan bu katedralin, kentteki sanatçı ve ressamların artık bu tarzın geçerli olmayacağı ve Roma kurallarının uygulanması gerektiği tavsiyelerine uyarak, Romanesk tarzla tamamlanmasını istiyor. Bu şekilde ana gövdesi tamamlanan katedral yaklaşık 100 yıl kubbesiz kalıyor. 15. Yüzyılda heykeltraş Filipplo Brunelleschi’nin kubbeyi kalıp kullanmadan yapma önerisi geliştiriyor ve bu öneri benimsenerek, 1420-1436 yılları arasında onun kontrolünde inşa ediliyor. Brunelleschi bugünkü anlamıyla “tasarlama-ikna etme-uygulama” yöntemini kullanan ilk mimar olarak kabul edilebilir. Böylelikle mimar, hem formu hem de yapım metodolojisini belirleyen kişi olmuştur. İşin ilginç yanı, Brunelleschi iki katmandan oluşan kubbenin performansını da garanti etmiştir.


1675-1710 yılları arasında yapılmış Londra’daki St. Pauls katedralinin mimarı Sir Christopher Wren'dir. Wren, matematikçi ve fizikçiliğinin yanısıra Oxford üniversitesinde astronomi profesörlüğü yapmıştır ama bu dönemden sonra hayatının sonuna kadar mimarlık alanında çalışmıştır. Wren, St. Pauls kilisesinin kubbesi için iki fiziki model, daha sonra detaylı çizimler yapmış, kubbe çözümlemesinde matematiksel modeller ve hesaplamalar kullanmıştır. Tasarımın hesaplamalar sonucu yapılması ile binaların giderek daha hafif yapılabileceğini, böylelikle ekonomi sağlayacağını ve buna estetiği katarak tasarımın ve yapımın tamamlanabileceğini göstermiştir. Nitekim zincir eğrisinin dairesel kesite göre çok daha etkin bir form olduğunu hesaplamalarla gösterebilmiştir. Sir Christopher Wren ile de Mimarlık ve Mühendisliğin gerçek anlamları ile bir araya geldiğini görüyoruz.


Bütün bu gelişmeler sonucu mimarlık, Antik Roma döneminden sonra ama Roma dönemi kurallarını kullanarak ikinci bir hamle dönemine girmiştir: Rönesans. Vitruvius’un "Utilitas, Firmitas, Venustas" yani kullanışlılık, sağlamlık ve güzellik olarak yaptığı tanımlama Rönesans döneminde "Comodita, perpetuita, bellezza", yani uygunluk, süreklilik-kalıcılık, güzellik) olarak benimsenmiştir.


18. yüzyılın ikinci yarısında kok kömürünün endüstride kullanılmasıyla demir önemli bir rol üstlenmiştir. I. Endüstri Dönemi denen bu dönemde makineleşmenin sonucu toplumda üretimin artması ve ekonominin gelişmesi süreci yapı endüstrisine de yansımış ve yeni bir atılım dönemine daha girilmiştir. Bu dönemde mimarın rolü de değişmeye başlamıştır. Rönesans döneminin artist (sanatçı) mimarların kilise ve devlet olmak üzere 2 patronu vardı ve onların isteklerine uyarlardı. Endüstri devrimi ile mimarlara biçilen rol daha farklı olmaya başladı. Artık kendilerinden daha farklı, ekonomik, fonksiyonel yapılar beklenmeye başlamıştı ve işverenleri sanayiciler ve yatırımcılardı. Bu dönemde mimarlık tıpkı hukukçular ve doktorlar gibi lisanslı bir meslek haline gelmeye başladı. İngiltere’de İnşaat mühendisliği mimarlıktan ayrılarak yeni bir meslek haline geldi. 1818’de İnşaat mühendisliği enstitüsü kuruldu. Mimarların örgütlenmesi ise daha sonra oldu; 1834’de İngiliz Kraliyet enstitüsü (RIBA) kuruldu.


I. Endüstri devri DEMİR ve BUHAR dönemi idi. II. Endüstri devri ise 1880’lerde başladı ve ÇELİK ve ELEKTRİK dönemi oldu. Çeliğin ve elektriğin üretiminin hızla artması ve bunun endüstriye yansıması dönemin en önemli girdileri olmuştu. Bunlar yapı endüstrisinde de hızla kullanılmaya başlandı. Daha dayanıklı, daha ekonomik ve daha büyük, daha yüksek yapılar yapılabiliyordu; üstelik çok daha hızlı.


Kireç harcı (Kireç, kum ve su) Antik çağlardan beri bilinen bir bağlayıcıydı. MÖ 2 yüzyılda bir başka bağlayıcı geliştiriliyor. PULVİS PUTEOLİ denen ve bugün POZZOLANA olarak bilinen yerde volkanik kül ve kireç karıştırılarak doğal bir bağlayıcı elde ediliyor. Hem daha dayanıklı hem suda bile donmaya devam eden, iklimsel etkenlere karşı daha dayanıklı bu bağlayıcı ilkel beton yapımında kullanılan bir çimentodur. II. Endüstri devrimine kadar bu bağlayıcı neredeyse unutuluyor. Bu dönemde yeniden keşfediliyor ve geliştiriliyor. Bu sefer betonun çelikle birlikte kullanılmaya başlaması yeni bir tekniğin gelişmesine neden oluyor.


18.yy’da İngiliz Mühendis John Smeaton kireç, su ve kum karışımına öğütülmüş tuğla tozu ekleyerek modern bir bağlayıcı geliştiriyor. Bu harcı ana malzeme agregası olarak çakıl taşları ile birleştirip modern betonu geliştiriyor.


1870’lerde ise Francois Hennebique, kendi ismiyle anılan sistem için patent alır. Hannebique, Fransız bahçıvan Joseph Monierin, çelik hasırla güçlendirilmiş beton çiçek saksıları fikrinden hareket etmiş ve demir çubuklarla güçlendirilmiş beton yapılar yapmıştı. Geliştirdiği sistemde negatif momentleri almak için mesnetlerde demir çubukların döşemelerin üst tarafa konması gerektiğini bulmuştu. 1892’de inşaat şirketini kapatıp müşavir mühendislik yapmaya başlamış ve kolon kiriş döşeme sisteminin gelişiminde önemli bir rol üstlenmişti.


1900-1910 yılları arasında strüktürlerin elastik teorisi betonarme yapılarda da geliştirilmiş oldu, deneysel testler yapılmaya başlandı. Artık, daha yüksek, daha geniş açıklıklı, daha ekonomik yapılar için hesaba dayalı tasarım ön plana geçmişti.


Osmanlı ve Cumhuriyet Döneminde Mimarlık

Osmanlı döneminde özel mülkiyet kavramının olmamasından ötürü sivil mimari örneklerinden çok dinî yapılar ve kamu yapılarını görürüz. Osmanlı İmparatorluğunun klasik mimari dönemi olarak tanımlanabilecek 16-18. Yüzyıllar arsındaki genel yaklaşım yüksek ve görkemli yapılar inşa etmekti.


Roma imparatorluğunun son dönemlerinde erken beton ve pişmiş tuğla ile yapı yapma giderek yok olmuş ama Doğu Roma’da bu inşaat şekli kullanılmaya devam etmişti. Roma imparatorluğunun son dönemlerinde 32.6 metrelik kubbe çapıyla Ayasofya (532-537) bu inşaat şeklinin zirvesine ulaşmıştı. Mimarlar Tralles’li Anthemius ve Miletus’lu Isidorus’tur. Döneminin çok ötesinde teknik özelliklere sahip bu yapı Osmanlı mimarisini önemli derecede etkilemiş, mimarlar hem büyüklük hem de form olarak bu yapıyla yarış içinde olmuşlardır.


Osmanlı İmparatorluğu döneminde kurulmuş ilk mimarlık örgütlenmesi Hassa Mimarlar Ocağı idi. Bu örgütün temel görevi Osmanlı İmparatorluğu’na ait yeni yapıları tasarlamak, keşif çalışmalarını yapmak ve inşaatları gerçekleştirmekti. Bununla beraber inşa edilmiş eski yapıların bakımından ve onarımından da sorumluydular. İstanbul’un dışında ise bu sorumluluklar örgüte bağlı eyalet mimarlarına verilmişti. Hassa Mimarlar Ocağı'ndaki eğitim ve öğretim usta-çırak ilişkisine dayalıydı. Bu kurumda yetişen mimarlar inşaatların uygulamalarında da yer alırlardı. Deneyimlerine göre bir inşaatta bir baş mimar, yardımcı mimarlar, ustalar, kalfalar ve diğer uzmanlar bir ekip halinde çalışırlardı. Halkın ihtiyaç duyduğu konutları ise “İnşaat Esnafı”, “Yapı Ustaları” veya “Esnaf Mimar” denen gruplarca yapıyordu. Bu gruplar mimar olarak kabul edilmiyorlardı ve mimarlardan ruhsat almaları gerekiyordu. Ruhsat sahibi bu gruplar şehir mimarlarının denetimi altındaydı.


Hassa Mimarlar Ocağının kurulmasıyla düzenli bir yapı eyleminin ortaya çıktığını, böylelikle yapım kontrolünün önem kazandığını bu nedenle de çok sayıda mimara gereksinim duyulduğu söylenebilir. Bu durumda usta-çırak ilişkisi ile az sayıda yetiştirilebilen mimar yerine teorik eğitimle daha çok mimar yetiştirilmesine çalışılmıştır. Tüm mimarların Acemi Oğlanlar Okulundan geçtiğini biliyoruz. Ancak Acemi Oğlanlar Okulunun bir mimarlık bölümü yoktur. Mimarlık pratik eğitimle kazanılan bir sanattır. Bu nedenle mimarlar ancak Acemi Oğlanlar Okulunda naccarlık, sedefkârlık gibi eğitimlerden sonra mimarlığı pratik yaparak elde etmekteydiler. İnşaat Esnafında ise eğitim sadece usta-çırak ilişkisi ile verilmekteydi.


Osmanlı devletinde düzenli mühendislik eğitimi 1773 de Mühendishane-i Bahri-i Hümayun ve 1795'de Mühendishane-i Berri-i Hümayun’un kurulmasıyla gerçekleşmiştir. O devirde mühendislik, henüz askerlik sanatının bir bölümü olarak kabul edilmekte ve Mühendishaneler de daha çok bir askeri okul karakteri göstermekteydi. 1882'de açılan Sanayi-i Nefise Mekteb-i Âlisi düzenli sivil mimarlık eğitimi veren ilk kuruluştur. Osmanlı Devleti'nde mimarlık eğitiminin yalnızca Mühendishane'deki "fenn-i mimari" dersinden ibaret kalması ve Tanzimat Dönemi'nde mimarlık eğitimi alanında girişimde bulunulmaması, mimarlık hizmetlerinin yabancı mimarlar ve yabancı ülkelerde eğitim görmüş gayrimüslim mimarlar tarafından üstlenilmesine neden olmuştur. Bu da Osmanlı Devleti'nde bir Türk mimar zümresinin yetişmesi ve örgütlenmesinin gecikme nedeni olarak gösterilebilir.


1926 yılında Sanayi-i Nefise Mektebi, İstanbul’un Fındıklı semtinde yer alan Cemile Sultan Sarayı'ına taşınmış ve Güzel Sanatlar Akademisi olarak eğitim vermeye başlamıştır. Rönesans ve Osmanlı mimarisi alanlarında eğitim veren bu okulda bu tarihten sonra artık çağdaş mimari temelli eğitim verilmeye başlandı. 1924 ile 1942 yılları arasında Türkiye’ye Almanya, Avusturya, Fransa ve İsviçre’den gelen toplam 40 mimar ve şehir plancısı birçok projeye imza atmış, aynı zamanda birçoğu da Türkiye’deki mimarlık eğitiminin gelişmesine mimari tarzların oluşmasına katkıda bulunmuştur.


1956 yılı Türkiye’de mimarlık eğitiminde önemli dönüm noktasıdır. Bu tarihte Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) bünyesinde bir mimarlık fakültesi kurulmuş, böylelikle ilk defa İstanbul dışında mimarlık eğitimi veren bir fakülte ortaya çıkmıştır. 1990 yılında 11 eğitim kurumunda mimarlık eğitimi verilirken, 2013 yılında Mimarlık Fakültesi sayısı 75’e yükselmiştir.


Örgütlenmelere gelince: Osmanlı İmparatorluğu'nda ilk modern mimarlık örgütlenmesi 1908 yılında Mimar Kemalettin Bey’in öncülüğünde kurulmuş olan Osmanlı Mühendis ve Mimar Cemiyeti'ydi. II. Meşrutiyetle kabul edilen anayasanın sağladığı dernek kurma özgürlüğü ile kurulan diğer bir mimarlık örgütlenmesi de Güzel Sanatlar Birliği idi. 1909 yılında Sanayi-i Nefise Mektebi mezunları tarafından kurulan bu örgütlenme Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasından sonra, 9 Mart 1927 tarihinden itibaren Güzel Sanatlar Birliği ismiyle yeniden örgütlendi. Bu Birlik, 1934 yılında Türk Mimarlar Cemiyeti’nin İstanbul şubesi oldu.


Günümüzde mimar ve mühendislerin kayıtlı olduğu Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) 1954 yılında yasayla kamu kurumu niteliğinde kurulmuştur. TMMOB, mesleki, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda ülkemizdeki mühendisleri ve mimarları temsil etmektedir. Mimar ve Mühendislerin hak ve çıkarlarını korumak ve geliştirmek, mesleki, sosyal ve kültürel gelişmelerini sağlamak ve mesleki birikimlerini toplum yararına kullanmalarının zeminini yaratmak üzere faaliyet göstermektedir.


Mimarlık ve mühendislik alanında kurulmuş birçok sivil toplum örgütünden birisi de Türk Müşavir Mühendisler ve Mimarlar Birliği (TürkMMMB)’dir. TürkMMMB, müşavir mühendislik ve mimarlık kavramının önemini ilgili kurumlara ve topluma anlatmak, müşavirlik hizmetlerinin ilerlemesine ve gelişmesine çalışmak, uluslararası uygulamaları ülkemize taşımada öncülük ederek, bu konuda en yüksek uluslararası teknolojik ve örgütsel seviyeye erişmek amacıyla, 25 Nisan 1980 tarihinde kurulmuştur. Bağımsız müşavirlik hizmeti veren mühendis ve mimarları temsil eden dernek statüsünde bir sivil toplum örgütüdür.


İnsanoğlu kendini bilmeye ve belli konularda uzmanlaşmaya başladığı zamandan beri örgütlü olmaya çalışmıştır. Bu örgütlenmeler bir taraftan bilgi ve becerilerin ortak akılla geliştirilmesine neden olurken örgütler bu bilgilerin konularını bilmeyenlerin eline geçerek yanlış ve kötü kullanılmamasına çalışmışlardır. Örgütün güçlü olması ve toplumda kabul görebilmesi bu örgütlerin etik kurallarının ve mesleki ahlakının tanımlanmış olmasına bağlı olmuştur. Yani örgütler kurallar koyarak, üyelerinin bu kurallar çerçevesinde ve işlerini mesleki kurallara uygun yapmalarını sağlamaya çalışmışlardır. Örgütler aynı zamanda üyelerinin örgüt kurallarına uygun şekilde mesleki ve ahlaki anlamda gelişmelerine de katkıda bulunmuşlardır. Dolayısı ile bir anlamda eğitim kurumu gibi görev yapmışlardır. Bu dürüm giderek değişmiş, mesleki anlamda daha hızlı ve daha çok uzman kişi yetiştirmek için usta-çırak ilişkisinden uzaklaşılmış ve yerini eğitim kurumları almıştır. Bu gelişme sonucu mimar ve mühendisin ama özellikle mimarın eğitimi sorgulanır olmaya başlamıştır.


Mimar ve Mühendisin Eşgüdümü - Nasıl Bir Eğitim? Nasıl Bir Örgütlenme?

Barınma ihtiyacının ortaya çıktığı ilk günden günümüze kadar, barınakların giderek çağdaşlaşan yapılara dönüşmesini sağlayan kişiler bunların sadece kendi bilgi ve becerilerine dayalı yapılamayacağının bilincinde olarak ortaklaşa çalışmışlardır. Tarihsel gelişim içinde sadece mimarların sorumluluğunda yürüyen bina yapım işleri günümüzde inşaat, makine, elektrik, elektronik, altyapı, ekonomi, malzeme, güvenlik, yangın ve daha birçok uzmanlık ve mühendislik gerektiren ve ancak disiplinlerarası bir çalışma ile üretilebilecek bir hale gelmiştir. Bu durumda farklı dilleri olan farklı uzmanlıkların ortak bir dil ve iletişim ortamına sahip olmaları gerekmektedir ki hatalar en aza indirgensin. Günümüzde mimar ve mühendislerin sayısal ortak platformlarda tasarım yapmaları mümkündür. Birçok yazılım şirketi bu etkileşimli iletişimi mimar ve mühendislerce daha kolay ve hızlı kullanılabilmesi için çalışmaktadır.


Yakın zamana kadar klasik anlamda elle çizim yapılarak üretilen tasarım paftaları bilgisayar ortamında artık son derece hızlı ve geri dönüşlere açık şekilde yapılmaktadır. Bu durumda tasarımcı zamanının büyük kısmını çizime değil tasarıma ve eşgüdüme ayırabilmektedir ki bu daha karmaşık problemlerin çözülebilmesine olanak sağlamaktadır. Endüstrilerdeki baş döndürücü gelişmeler yapıların da giderek daha yüksek konfor seviyesine sahip olmasına neden olmaktadır. Doğaldır ki bu da tasarımcıların daha karmaşık problemlerle karşı karşıya olduklarını göstermektedir. Bu da mimar ve mühendisin bu problemleri çözebilmek için daha donanımlı ve bilgi sahibi olmasını gerektirmektedir.


Bu gelişmelerin de bir sonucu olarak mimarlık eğitimi alan kişiler sadece tasarımcı ve uygulayıcı değil bina yapım sürecindeki her noktada görev almaya başlamışlardır. Bu durumda “Mimar veya Mühendis” statüsü taşıyacak üniversite öğrencilerine nasıl bir eğitim verilmelidir?


Üniversite programlarına bakıldığında neredeyse tekdüze bir eğitim verildiğini görmekteyiz. 4 yıllık eğitimde ancak temel bilgiler verilebilmekte, mimarlık eğitiminde vakit kaldığı kadar tasarım eksenli bir model uygulanmaktadır. Öte yandan, 2010 yılına kadar Avrupa Yükseköğretim Alanı yaratmayı hedefleyen bir reform süreci başlatılmıştı. Bologna süreci denen bu süreç pek çok uluslararası kuruluşun işbirliği ile 47 üye ülke tarafından oluşturulan ve sürdürülen, alışılmışın dışında bir süreçtir. Her ülkenin özgür iradesi ile katıldıkları bir oluşumdur ve ülkeler Bologna Süreci’nin öngördüğü hedefleri kabul edip etmeme hakkına sahiptirler.


Bologna Sürecinin oluşturmayı hedeflediği Avrupa Yükseköğretim Alanı içerisinde yer alan ülke vatandaşları, yükseköğrenim görmek ya da çalışma amacıyla Avrupa’da kolayca dolaşabileceklerdir. Avrupa, gerek yükseköğretim ve gerekse iş imkânları açısından dünyanın diğer bölgelerinden kişiler tarafından tercih edilir hale getirilecektir.


Avrupa Yükseköğretim Alanında üye ülkelerin eğitim sistemlerinin tek tip yükseköğretim sistemi haline getirilmesi beklenmemektedir. Avrupa Yükseköğretim Alanı’nda asıl hedeflenen, çeşitlilik ile birlik arasında bir denge kurulmasıdır. Amaç, yükseköğretim sistemlerinin kendilerine özgü farklılıkları korunarak birbirleriyle karşılaştırılabilir olması ve uyumlu hale getirilmesinden ibarettir. Bu şekilde, bir ülkeden ya da yükseköğretim sisteminden bir diğerine geçişin kolaylaşması ve böylece öğrenciler ve öğretim görevlilerin hareketliliği ve istihdamının artırılması planlanmaktadır.


Bu süreçle arzulanan şeyin eğitim kapsamının ve mezunların hemen hemen birbirlerine eş düzeyde olmalarının sağlanmasıdır. Bunun bir nedeni de GATS (Hizmet Ticareti Genel Anlaşması) ile serbest dolaşım hakkı kazanan mesleklerden biri olan mimarlıkta, serbest dolaşım hakkına sahip profesyonel hizmet sağlayıcıların eşdeğer eğitime ve becerilere sahip olmaları ile ülkelerin bu hizmet alanındaki çıkarlarının korunacağı düşüncesidir. Tabi bu alanlarda ülkelerin karşılıklılık ilkesine uymaları söz konusudur. Ancak birçok ülkenin bu karşılıklılık ilkesine uygun davranmadığı da bir gerçektir.


İnsanların yaşam alanlarını belirleyen, estetik, güvenli, sağlıklı ve konforlu çevreler oluşturabilmek için çalışan mimarlar, yaptıklarıyla toplum üzerinde önemli etkiler yaratmaktadır. Bu nedenle de mesleki eğitimleri çok önemlidir. “Üniversite eğitimi” tanımı içinde kısıtlı zaman ve konulardaki çeşitlilik sonucu, mezun olan öğrencide beklenen bilgi ve beceri seviyesi sağlanamamaktadır. Bunun sağlanabilmesi için de eğitim süresinin uzatılması gerekecektir. Bu iki kavram bir çelişki olarak karşımıza çıkmaktadır. Böyle olunca da yeni mezun mimar ve mühendislerin daha iyi yetişebilmesi ve yeterli bilgi ve beceriyle donatılması için “hayat boyu mesleki eğitim” kavramı gündeme gelmektedir. Mimarlık eğitiminde her şeyden önemli olan şey öğrenciye tasarım ve problem çözme yetenekleri ile yaratıcılığı artırıcı bilgi ve becerilerin verilmesidir. Bunun dışındaki konular hakkında ise bilgiye erişebilme ve bunları kullanabilme becerilerinin öğrenciye verilmesi yeterli olacaktır. Çünkü inanılmaz hızla değişen ve gelişen yapım endüstrisinde yeni mezun bir mimarın başarılı olabilmesi için mesleki yaşantısı boyunca araştırma ve öğrenmeden uzak kalması, sadece üniversitede edindiği bilgilerle yetinmesi beklenemez.


Meslek insanları üniversiteden mezun olan genç mimar ve mühendislerin tam donanımlı olmasını beklemektedir. Bu doğru bir yaklaşım değildir. Öğrenci, mezuniyet sonrası kendi yetenekleri, ilgisi ve becerileri ile kendi mesleki yolunu çizecektir. Bunun için de kendisine fırsat verilmelidir. Bu nedenledir ki artık eğitim şekli ve modeli değişmek, temel üniversite eğitimi sonrası interaktif, kişisel çabaya dönük, kişisel merak, beceriye dayalı ancak ölçülebilir ve değerlendirilebilir hayat boyu eğitim haline gelmek zorundadır. Üniversiteler bu anlamda öğrenciyi olması gereken zorunlu ama asgari bilgi seviyesine en iyi şekilde getirmek ama bununla birlikte araştırma ve kişisel gelişim için gerekli alt yapıyı kurmak durumunda olmalıdır. Bu görev sadece üniversitelerin olamaz. Sivil toplum örgütleri ve özellikle de mesleki örgütler bu konuda çok çalışmalıdır. Çünkü örgüt üyesi kişi ve kuruluşlar kendilerinin hangi ve nasıl bir bilgi ve beceriye sahip kişi aradıklarını çok iyi bilirler. Bir taraftan işverenler genç meslek insanlarının gelişmesi için kendilerini desteklemeli, diğer taraftan da hem üniversiteler, hem meslek örgütleri yaşam boyu eğitim için gerekli çalışmaları yapmalıdır. Her meslek insanı bir sosyal sorumluluk gereği genç meslek insanlarına rehberlik ve koçluk yapmalıdır. Aksi takdirde nitelikli eleman bulamamaktan şikâyet etme hakkı olamaz.


Türk Müşavir Mühendis ve Mimarlar Birliği, ülkemizdeki seçkin ve etkili müşavirlik firmalarının kişisel veya kurumsal olarak temsil edildiği bir meslek örgütüdür. Üniversitelerde bir “müşavir mühendislik veya mimarlık” bölümü yoktur ve özellikle bu alanda bir eğitim verilmemektedir. Bu durumda üye firmalarının ülkemizdeki nitelikli müşavirlik hizmetlerinin sürdürülebilmesini sağlamak için nasıl bir istihdam politikası izlemelidir? Birlik üyeleri bu konu üzerinde önemle durmalıdır.


TürkMMMB, bu sorumluluk bilinciyle 2009 yılında GEM-Genç Mühendis ve Mimarlar Platformunu kurmuş, özellikle üyeleri arasında bir etkileşim ve iletişim ağı oluşturarak gerek duyacakları bilgi ve becerileri kazanabilecek programlar yapılması amaçlanmıştır. Müşavirliğin ülkemizde tanınabilirliğinin artırılması ve geliştirilmesi amacını taşıyan bir Avrupa Birliği Projesi kapsamında kurulan bu platformun daha iyi ve hızlı gelişmesi, güçlü ve sürdürülebilir bir konuma gelmesi TürkMMMB’nin temel görevlerinden biri olmalı, üyelerinin GEM üyelerine rehberlik ve koçluk yapması, deneyimli üyelerinin kendi bilgi ve becerilerini genç nesillerle paylaşması sağlanmalıdır. Mimarlık ve mühendislik alanında etkinliklerini sürdüren diğer sivil toplum örgütleri ile işbirliği içinde olmalıdır.


Kaynakça

Prof.Dr. Feza Günergin, Son Osmanlı Döneminde Mimar ve Mühendis Meslek örgütleri, Mimarlık, 2001, 300, ss 26-28 (http://dergi.mo.org.tr/dergiler/4/549/8205.pdf)



Comments


bottom of page